Buhrandan kaçış: İran'ın nükleer anlaşması
İran'ın kahramanca detant (yumuşama) politikası sonuçlarını vermeye başladı. İran Lozan'da nükleer programının üzerinde ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa ve Almanya'dan oluşan 5+1 (E3+3) grubu ile büyük ölçekte anlaştı. Müzakerelerin sonucu Obama tarafında tarihi bir anlaşma olarak yansıtılırken İranlılar bir ABD başkanının konuşmasını devrimden sonra ilk defa İran devlet televizyonundan canlı izlediler. İran'ın Batı karşıtı görüşünden bağımsız olarak Ortadoğu'nun geçirdiği en buhran dolu dönemlerinden birinde bölgenin önemli aktörlerinden biri olan İran'ın ABD ve AB ile anlaşmaya varması dikkat çekici bir gelişmedir. İran'ın da bir parçası olduğu bilinen Irak ve Suriye'deki iç savaş tüm şiddeti ile devam ederken Yemen'de de savaş patlak verdi. Özellikle Yemen'de İran ve Arabistan arasında vekâleten yürütülen savaş Sünni Arap güçlerinin Yemen'e saldırısı ile yeni bir evreye girdi. Bunlara istinaden dönemin hassasiyetini göz önünde bulundurarak İran ve 5+1 grubunun arasındaki anlaşmayı etraflıca anlamak büyük önem taşımaktadır.
Anlaşmanın ana hatları
İran ve 5+1 grubunun uzun müzakereler sonrasında Lozan'da gerçekleştirdikleri basın açıklaması nihai bir anlaşma değil ama Haziran'a doğru ortaya çıkacak bir antlaşmanın habercisi. Henüz imzalar atılmadı ve ortada tarafları bağlayan her hangi bir sözleşme bulunmamaktadır. Sadece antlaşmanın taslağı var ortada. Haziran'da yapılacak nihai anlaşma tarafların hazırlıkları için bir süre öngörmektedir. Bu ayrıntı her şeyin planlandığı gibi yürüdüğü halinde ambargo uygulamalarının en az 6-12 ay içerisinde kalkacağı haberini veriyor. Diğer taraftan İran'ın müzakere heyeti ambargoların tek aşamada kalkacağını söylerken ABD ve Avrupa kaynakları aşamalı bir süreçten söz ediyor. İran bu anlaşmanın ekonomik getirilerinden hemen yararlanamayacak ama getireceği rahatlık iç ve dış siyasetine yansıyacaktır.
Antlaşmanın taslağı tamamen kamuoyuna sunulmadığı için taraflar kendi yorumlarını basına aktarmakta. Bu da İran'da büyük bir kafa karışıklığına yol açmış durumda. Bu yüzden İran Dışişleri Bakanı Zarif İran devlet kanalında canlı yayında ortaya çıkan tüm şüphelere cevap vermek zorunda kaldı. Zarif'e göre ABD yetkilileri, üzerlerindeki baskıları hafifletmek için anlaşmada kendi lehlerine olan maddeleri öne sürmekte, yani cumhuriyetçileri ve İsrail'i sakinleştirmek için bu taktiği benimsemektedir. Aslında bu açıdan bakılırsa İran da benzeri bir tavır sergilemektedir.
İran, nükleer programının hiçbir şekilde durdurulmayacağına ve Ahmedinejad dönemindeki müzakerelerde söz konusu bile olmayan uranyum zenginleştirme işlemine az sayıda santifüjle de olsa devam edeceğine vurgu yapıyor. Zarif'e göre bu anlaşma taraflar için kazan-kazan paketidir. Bu açıklamalar anlaşmayı başarısızlık olarak nitelendiren rejimin radikal cenahı ile anlaşmayı büyük bir kazanım olarak karşılayan reformist cenahın tam ortasında ve Ruhani'nin orta yolcu hükümetinin tavrını sergilemektedir.
Anlaşılan İran ambargo uygulamalarının kalkması için zenginleştirme programında büyük geri adım atmakta ve yüksek oranda zenginleştirmeden vazgeçmiş durumdadır. İran ağır su nükleer reaktörünü yeniden düzenleyecek ve zenginleştirme yaptığı bir merkezi sadece nükleer araştırma merkezi olarak kullanabilecek (bu da ABD tarafından başka türlü yansıtılmış) ama nükleer programını hiç bir merkezinde durdurmayacak. Ek olarak İran'ın nükleer programı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından normal uygulamadan daha fazla denetime tabi tutulacaktır.
Buhrandan kaçış
Lozan’daki ortak basın açıklamasından sonra akla gelen ilk soru sözü edilen anlaşmanın İran'ın batı ile olan (aslında çok da olmayan) ilişkisini nasıl etkileyeceğidir. İran ve ABD'nin açıklamalarından anlaşmanın nükleer programın sınırlarını aşmayacağını görebiliyoruz. Yani Batı ile İran'ın Ortadoğu'daki politik çatışması devam edecektir. Bu da geçtiğimiz dönem itibariyle iki taraf için de şimdilik kötü bir seçenek değil. İslam Devleti Örgütü (DAİŞ) gibi ortak bir düşmana sahip olan iki taraf en azından nükleer program üzerinde tansiyonsuz bir dönem geçirmeyi tercih edebilirler. Bu yüzden asıl sorulması gereken anlaşmanın bu ortamda nasıl gerçekleştiğidir.
Batı açısından çok ağır altı ekonomik ve ambargodan sonra yani bir dizi ambargonun uygulanması ne anlamlı görünmekteydi ne de İran'ın nükleer programını durduracak bir umut vaat etmekteydi. Buradan sonra uygulanacak tek seçecek bulunmaktaydı; o da İsrail'in veya en azından Netanyahu'nun sürekli vurguladığı seçenekti: İran'a saldırı.
Emperyalizm bölgede uğradığı hegemonya kaybının farkında. Ortadoğu ve Orta Asya'da girdiği savaşları eline yüzüne bulaştırdı ve amaçladığı sonuçlara ulaşmadan bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Afganistan ve Irak işgalleri en belirgin iki örnek olarak gözümüzün önünde durmaktadır. İki savaş sonrası ne ABD ve AB'nin sürekli öne sürdüğü küresel güvenliğe büyük tehlike oluşturan “terörizm” bitti ne de bölge uluslararası şirketlerin at koşturabileceği kadar “demokrasi”, güven, asayiş ve dengeye kavuştu. Bu savaşlar sadece yüz binlerce insanın ölümüne ve milyonların evinden yurdundan olmasına mal oldu ve bölge daha öncesine göre daha büyük bir huzursuzluğa boğuldu. Üstelik tüm İslami ülkeleri kapsayan bir devlet kurma hayali ile El Kaide'den daha tehlikeli görünen bir örgüt bölgede boy göstermeye başladı. Neticede Suriye ve Irak sonu belirsiz bir iç savaşın içine atıldı.
Afganistan ve Irak işgalleri tecrübesinden sonra doğrudan saldırı yerine Suriye gibi “muhalifleri” örgütlemek ve silahlandırmak da işe yaramayınca, Batı İran'a karşı doğrudan veya dolaylı yollarla her hangi bir savaşa girmek istemez. İran'a saldırı konusu Batı kampında en azından Obama dönemi için rafa kaldırılmış bir dosyadır. Bu çerçevede ABD için müzakere ve İran'ın nükleer programını durduracak değil sadece sınırlayacak muhtemel bir antlaşma en etkin çare olarak görünmektedir.
İran tarafı ise ambargoların baskısı ve getirdiği ekonomik sıkıntılarla uğraşmakta. İran rejimi için ise en korkunç senaryo bu ekonomik sıkıntılardan sokağa çıkacak yoksulların başkaldırısıdır. 2009 seçimleri sonrası uğradığı meşruiyet kaybını daha yavaş yavaş Ruhani dönemi ile restore etmeye başlamış rejim bu sefer iş ve ekmek sloganları ile sokağa çıkacak halkın indireceği darbeden sağ kurtulabilse bile uğrayacağı meşruiyet kaybını restore etmesi mümkün olmayacaktır.
Obama'nın son konuşmasını da dikkate alırsak Ortadoğu'nun bu çalkantılı döneminde ABD'nin artık çok da İran'da rejim değişikliği peşinde olmadığını anlarız. İran rejimi de bunun farkında ve bu güven sayesinde nükleer programında kolaylıkla geri adım atmayı göze alabiliyor. Elbette İran bu anlaşma ile maruz kaldığı başka baskılardan kurtulamayacağını da biliyor. Yani kısaca İran ve ABD için bu anlaşma, aksi takdirde ortaya çıkacak ve geri dönüşü olmayan buhranlardan “kazan-kazan” adıyla süslenmiş büyük bir kaçış yoludur.
Anlaşmanın bölgesel güç dengesi açısından etkileri
Ortadoğu'nun İran karşıtı kampı (daha geniş anlamda Şii karşıtı kampı) Lozan anlaşmasını Batı kadar sıcak karşılamadı. ABD, körfez Arap ülkelerini (Arabistan, Katar, Kuveyt, Arap Emirlikleri ve Bahreyn’i) arayarak durumu izah etme ihtiyacı duydu. Bu devletlerin “bu anlaşma umarız bölge güvenliğine hayırlı olur” açıklamaları çok da ikna olmadıklarını gösteriyor. Özellikle Arabistan, Yemen'de İran'la yürüttükleri vekâleten savaşı kaybedeceğini görünce ABD yanlısı Arap ülkelerinin silahlı güçlerinden oluşan bir koalisyonla Yemen'e saldırdığı dönemde doğal olarak bu anlaşmayı çok hoş karşılamayacaktı ve ayıp olmasın diye olumlu bir açıklama yapmak zorunda kalacaktı.
Aslında Yemen Şiilerinin İran'dan aldığı desteğin boyutları tam bilinmemektedir. İran yanlısı Arap medyası Husileri “direniş ekseninin uzantısı” olarak yansıtıyor ve Sünni Arap medyası bunu Husilere karşı propagandasında kullanıyor. Burada çok muhtemel bir destekten bağımsız olarak güçlü bir Şii İran figürü bölgedeki Şiilere ilham kaynağı olmaktadır. Bu yüzden İran'ın nükleer anlaşması bölgede müttefikleri tarafından, yani Suriye ve Hizbullah tarafından, önemli bir başarı olarak karşılandı. Bu da bölgedeki mezhep savaşını körükleyen karşı kampı rahatsız etmektedir. Yani anlaşmadan hoşnut olmayan sadece Sünni körfez ülkeleri değildir. Benzeri şekilde Ortadoğu'da yükselmiş mezhep savaşından nemalanan diğer Müslüman ülkeler körfezdekilerden daha ılımlı açıklamalar yapsalar da bu anlaşmanın bu dönemde gerçekleştirilmesinden çok hoşnut değiller.
Bunlara ilave olarak İran'ı kendi varlığına en büyük tehlike olarak gören İsrail ve özellikle Netanyahu anlaşmadan hiç ama hiç hoşnut değil. İsrail, Sünni körfez ülkelerinin aksine İran'a saldırı seçeneğini çekinmeden ifade ediyor. İran'ın nükleer programının sınırlandırılmasını değil durdurulmasını isteyen İsrail devleti bunu gerçekleştirmenin tek ama tek yolunun da hava saldırısı olduğunu rahat rahat dile getiriyor. Bu bakış açısı İsrail'de ne kadar yaygın bilmiyorum zira anlaşmayı sıcak karşılayan ve Netanyahu'yu paranoya ile suçlayan değerlendirmeler de göründü son günlerde. Belki bazı cenahlar Ortadoğu'da radikal Sünni grupların yükseldiği bu dönemde bu seçeneğin hiç de akıl kârı olmadığını görüyorlardır.
Anlaşma, İran'ın iç dengeleri ve ekonomisi
İran ve 5+1 grubunun ortak basın açıklamasından sonra Tahran'ın Cuma namazı imamı İranlı müzakerecilere teşekkür etti ve bu anlaşmayı başarılı buldu. Tahran Cuma namazı hutbesindeki açıklamalar bir ölçekte Hamenei'nin görüşlerini de sergiler. Diğer taraftan Hamenei'ye yakın Keyhan gazetesi anlaşmayı sert dille eleştirdi. Eleştiri konusu da zenginleştirmeyi neredeyse durduracak İran'a karşı ambargoların aşamalı ve çok uzun süre içinde kalkmasıdır. Anlaşılan radikal muhafazakâr kesimin tek endişesi imzalanacak antlaşmada ambargoların ne şekilde kaldırılacağıdır.
Cenahlar arası boyutta Ruhani'yi destekleyen reformist ve orta yolcu muhafazakârlar Lozan anlaşmasını büyük bir zafer olarak yansıttılar. Geleneksel muhafazakârlar ise anlaşmayı olumlu karşılayanlar ve ona karşı çıkanlar olarak ikiye bölündüler. Muhafazakârların radikal cenahı, yumuşak veya sert, anlaşmayı bir şekilde eleştirdi. Eğer İran'ın nükleer programı müzakerelerindeki herhangi bir anlaşma veya açıklamanın lider Hamenei'nin bilgisi dâhilinde yapıldığını bu tabloya eklersek eleştirilerden hükümetin zor olmayacak bir şekilde sıyrılabileceğini öngörebiliriz. Muhafazakârlar da bu bilgiye sahip, bu yüzden müzakerelere gelen eleştirilerin bir amacının cenahlar arası dengeyi koruyabilmek adına reformistlerin bu anlaşmayı büyük bir kazanım olarak yansıtmasına karşı yapıldığını anlayabiliriz.
Elbette anlaşmaya karşı çıkan bir grubun çok geçerli iktisadi sebepleri var. Ambargolardan dolayı ortaya çıkan yasa dışı ticaret ortamının yarattığı yüksek kârdan yararlanan Devrim Muhafızları - Bazar eksenindeki mafya doğal olarak bu anlaşmadan hiç hoşnut değildir. Türkiye'de de yakından bildiğimiz bu yolsuzluklardan yararlanarak bir anda akıl almaz boyutlarda zenginleşen Babek Zancani İran'da bolca bulunan türünün sadece bir örneğidir.
Yukarıda belirtildiği gibi İran'ın bu anlaşma dışında başka seçeneği bulunmamaktaydı. Ahmedinejad döneminde yürütülen müzakerelerin sonucu altı aşamada uygulanan geniş ambargo uygulamalarıydı. Bu ambargolar başta sadece İran'ın nükleer faaliyetlerini hedeflerken giderek İran'ın ticari ilişkilerine ve daha sonra ekonomin birçok sahasına kadar uzandı. Ahmedinejad'ın cumhurbaşkanlığının ilk döneminde petrol fiyatlarındaki rekor artıştan çok yüksek gelir elde eden İran giderek petrol satışında ve daha sonra sattığı petrolün döviz karşılığını almakta zorlandı. Böylece İran petrole dayalı ekonomisini döndürmekte zorlanmaya başladı. Ambargo uygulamalarının etkisini azaltmak için iç piyasaya yüksek miktarda para akıtan hükümet bu sefer yüksek enflasyon oranı ile başı derde girdi. Döviz fiyatlarının aniden artması da işin tuzu biberi oldu. İthale dayalı temel tüketim mallarının fiyatı aniden bir kaç kat arttı. Hayat halka giderek zorlaştı.
Ambargoyu aşmak için İran devletinin başvurduğu yollar yavaş yavaş kapanınca üretim çarkının hareketi yavaşladı. Artan yoksulluğa ve iş imkânı üretmekte zorluk çeken ekonomiye bir de üretimi durduran fabrikalardan açıkta kalan işçilerin sorunu eklendi.
Ortadoğu'da Tunus ve Mısır gibi ülkelerde halk iş ekmek ve özgürlük için köklü diktatörlükleri indirdiğinde 2009 yılı gibi büyük bir isyan yaşamış olan İran'da da benzeri durumun ortaya çıkışı akıllara gelmedi değil. Bu durum rejimi de endişelendirdi. 2013 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların ezici çoğunluğu ekonomiyi iyileştirecek adımların atılmasının ve tansiyonsuz dış politika yürütmenin gerektiğini vurguladılar. Seçilen Ruhani ise ekonomideki sıkıntıların aşılmasını nükleer müzakerelerde varılması gereken bir antlaşmadan geçtiğini vurgulayarak bu yola çıktı. O zaman bu anlaşmanın İran için bu kadar önemli olan getirisi nedir.
Bu anlaşma ve nihayetinde getireceği bir antlaşma İran'ın kapalı ticaret yollarını tekrar açacak ve petrol ihracatını normalleştirecek. Duran endüstrisi tekrar dönmeye başlayacak ve petrol ve doğal gaz istihracındaki sıkıntıları aşmak için büyük uluslararası şirketlerle anlaşabilecek. Avrupa bu anlaşmadan çok karlı çıkacak tarafların biridir. İran, üzerindeki ambargonun kalktığı durumda AB ile ticari işbirliğini büyük ölçekte geliştirecek. Ambargoyla beraber İran'la birçok ticari ve sanayi işbirliğini durduran Avrupa ülkeleri de kapıların açılmasını bekliyor. Bunu anlaşma sonrası yapılan açıklamalarda görebiliriz. Almanlar İran'ın büyük yer atlı kaynaklarına işaret ederek İran ekonomisinin gelişmek için büyük bir potansiyele sahip olduğunu söyledi. Eminim diğer AB ülkeleri de benzeri görüşe sahiplerdir.
Anlaşma sayesinde İran Eskimiş ve yıpranmış petrol istihracı tesislerini yenileme olanağına sahip olacak. Yıllardır Basra Körfez'indeki doğal gaz kaynaklarını kullanamayan İran uluslararası şirketlerle milyarlık anlaşmalar yapabilecek ve ambargo altında duran sanayisini tekrar canlandıracak. Biraz iş imkânı artacak ve belki halkın hayatı biraz kolaylaşacaktır ama ulusal ve uluslararası sermaye bu anlaşmadan yeterince yararlanacaktır.
Diğer taraftan toplumsal muhalefet şimdiden biraz rahatlayacak rejimin sert olası saldırısından tedirgin. Ruhani seçimlerde verdiği birçok sözünü unuttu ve bu anlaşmanın gölgesine atarak dile getirilmelerine bile izin vermeyecektir. Kürtler, Araplar ve Beluciler aynı hızla asılmaya devam edecek ve dini ve etnik gruplara uygulanan baskıdan kimse söz etmeyecektir. Rejim, 2009 seçimlerinden hoşnutsuz kalan ve seçim sonrası patlak veren isyanda önemli rol oynayan orta sınıfı 2013 seçimlerindeki yaptığı seçimden dolayı gururlandıracak, kaybettiği meşruiyetini hem burjuvazi ve hem orta sınıf nezdinde tamamen sağlayacaktır ve böylelikle hep birlikte büyük kentlerde bu anlaşmanın kutlamasını yapacaklardır.
Ek: Müzakere sürecine kısa bir bakış
Bu yeni nükleer anlaşması Hatemi döneminde yapılmış olan anlaşmadan 12 yıl sonra gerçekleşiyor. O dönemki anlaşmalara göre İran uranyum zenginleştirme faaliyetini tamamen durduracaktı ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması'nı imzalayarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na nükleer tesislerini sınırsız denetleme izni verecekti. Hatta 2004 yılında nihai anlaşmaya varana dek İran tüm nükleer programını durdurmayı da kabul etmişti. Bu anlaşmaların hepsi tabii Ahmedinejad Cumhurbaşkanı olarak seçilmeden önce yapılmıştı.
Ahmedinejad cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra 2006 yılında İran uranyum zenginleştirme işlemini tekrar başlattı ve antlaşmaya bağlı kalmayacaklarını ifade etti. Bunun üzerine hemen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran'a karşı uygulanacak ilk ambargo kararını onayladı. Dahası müzakere heyetinin 5+1 grubu ile yaptığı anlaşmalara hükümet sadık kalmayınca ambargo uygulamalarının devamı da gelmeye başladı.
Ahmedinejad döneminde, Türkiye bölgede aktif siyasi rol alma adına İran ve 5+1 grubunun görüşmelerine ev sahipliği yaptı ama İstanbul'da gerçekleşen müzakereler de diğerleri gibi sonuçsuz kalınca art arda ambargolar İran'a karşı uygulanmaya devam etti. Bu ambargoların etkisi başlarda petrol piyasasında tırmanan fiyatların ve neticesinde İran'a akan yüksek döviz geliri sayesinde çok hissedilmedi. Daha sonralar “yasal” döviz trafiği yolları kapanınca “yasadışı” yollar da çok çare olmadı ve İran giderek ambargonun baskısını ve ekonomisindeki etkisini hissetmeye başladı.
Ahmedinejad'ın cumhurbaşkanlığının ikinci dönemi sürekli buhran dönemiydi. 2009 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarına itiraz mahiyetinde ortaya çıkan geniş halk isyanı ile başlayan bu dönemde İran'a uygulanan baskı ve ambargoların ekonomideki yol açtığı sıkıntılar dışında neo-liberal politikaların hızla uygulanması hayatı halka dar etmeye başlamıştı. Halkın bu duruma itirazı yükselmeye başlamıştı. Rejim bu durumdan kaçmak için tansiyonsuz yeni bir ulusal ve uluslararası politika gütmeye doğru olan eğilimini seçimlerde ortaya koydu. İç ve dış politikada Ahmedinejad'ın sert ve saldırgan tavrının tam tersini benimseyen orta yolcu Ruhani itidal zemininde dış politika kuracağını hem seçimlerde ve hem seçildikten sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısına dile getirdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısından hemen önce lider Hamenei, devrim muhafızları komutanları ile yaptığı bir görüşmede “ben diplomatik yollara karşı değilim, ben yıllar önce adlandırılmış kahramanca esnekliğe inanıyorum” demişti. Yani Ruhani yeni dönemin siyasal çizgisine İran İslam Cumhuriyetinin radikal cenahından gelecek olası çok sert muhalefetlere karşı onları susturabilecek en büyük siyasi merciin onayına sahipti.
İran yeni bir döneme girmeye hazırlanıyordu. Yeni dış politikanın ilk meyvesi olarak 1979 devrimi sonrası ilk defa İran ve ABD arasında üst düzey görüşmeler gerçekleşti. Daha sonra Ruhani İran'ın nükleer programı üzerinde 5+1 grubu ile müzakereleri tekrar başlatacağını söyledi. Müzakereler İran'da radikal cenahın bazen sert eleştirilerine maruz kalsa da Hamenei'nin desteği ile yürütüldü. Anlatılan perspektifte İran'ın Ruhani dönemindeki yürüttüğü politika uzun bir görüşme maratonu sonrasında sonuç verdi ve Lozan’da yeni bir anlaşma sinyalleri verildi.
Bu yazı ilk olarak Gerçek gazetesinde yayınlanmıştır.
Comments
Post a Comment